Çocuk Cinayetlerinde Aysbergin Görünmeyen Yüzü
on zamanlarda çocuklarla ilgili giderek artan taciz, şiddet ve cinayet haberleri hepimizi üzmekte endişelendirmektedir. Çocuklara yönelik her türlü istismar elbette ki en caydırıcı şekilde cezalandırılmalıdır. Ancak sadece caydırıcı olabilecek cezalarla yetinmek, bu cinayetlerin artmasına –maalesef- engel olamayacaktır. Geçtiğimiz günlerde, hepimizi dehşete düşüren minik Gizem cinayeti avukatının, sanıkla ilgili söylediği cümlenin üzerinde ciddiyetle durulması gerekir. Avukat; bu vahşice işlenmiş cinayetin, sanığın Gizem’in ablasıyla evlenmesine izin verilmediği için işlemiş olduğu gerekçesiyle açıklanamayacağını, durumun sosyal politika açısından iyi analiz edilmesi gerektiğini söylemişti.
Toplumsal tepkiyi doruk noktaya taşıyan bu ve benzeri olaylarda hukuk çerçevesinde ama sonuç üzerinden bir muhakeme yapılır, cezai müeyyide belirlenir ve infaz edilir. Adaletin hükmü toplum vicdanını bir ölçüde rahatlatır ve böylece yeni bir olayın vuku bulmasına kadar maalesef unutulmaya mahkûm olur. Oysaki yaşanan olayın vahameti daha derin bir sorgulamayı gerektirmektedir. Bu sorgulama, sondan önceki basamakların iyi incelenmesi demektir. Neler oldu da …? Neler yaşadı da …? Bu noktaya nasıl geldi …? Sorularına cevaplar aranmalı ve bu cevaplar üzerinden birtakım politikalar üretilmelidir. Aksi takdirde yapılan işlem bataklığı besleyip sinekleri avlamaya döner ki, her haber bülteninde yeni Gizemler, yeni kurbanlar, yeni cinayetler demektir. Sanığın, nasıl bir aile ortamında büyüdüğü, hangi travmaları yaşadığı, nasıl bir çevresinin olduğu araştırılmalıdır elbette. Böyle sosyal hadiselerin sonrasında daha çok aile mercek altına alınmakta ancak genellikle çocuğun eğitim hayatı sorgulanmamaktadır. Okul ve öğretmen, çocuğun dünyasında önemli bir etkiye sahiptir. Gününün büyük bir çoğunluğunu okulda geçiren bu kişilerin okul hayatı, özellikle öğretmen yaklaşımları göz ardı edilmektedir. Bugünlerde okula gitmek için yola çıkıp kaybolan bir çocuğun haberi yansıdı yine manşetlere. Sonradan anlaşıldı ki, bu çocuk, ödevini yapmadığı için okula gitmemiş, kendisini sokakların şefkatli(!) yollarına bırakmıştı. Eve dönerken değil, okula giderken kaçmayı tercih etmiş bir çocuk. Üzerinde çalıştığım öfke kontrolü, alkol, bağımlılık gibi problemler yaşayan bütün gençlerin ortak noktaları; okul ortamında ödevler, testler ve kurallar ile baskı altına alınmış, duygu dünyası örselenmiş, anlaşılamamış olmalarıdır. Elbette ki ev ortamı çocuğun, gencin yetiştirilmesinde önemli bir huzur ve güven kaynağıdır. Ancak, evde anlaşılamayan, mutlu olamayan çocuk, alanında profesyonel olmasını beklediğimiz öğretmenler tarafından anlaşılmalı ve ona el uzatılmalıdır. Okulların, sınıfların kalabalıklığı gibi bahanelere sığınmak, olaylara gözümüzü kapatmakla eşdeğerdir. Çünkü çalıştığım bu çocukların ve gençlerin büyük bir çoğunluğu, özel okul öğrencilerinden oluşmaktadır. Görmeyi beklediği değer, sınavlardan alacağı notlara endekslenmiş ve tasnif edilmiş gençler…
Gizemin katili veya diğer sabıkalıların yaşadığı en temel problemlerden biri; “Değersizlik” duygusudur. Değersizliği yaşayan birey, duygunun şiddetine göre suç işleme potansiyeline sahip bir insan haline gelmektedir. Çocukluk yıllarının okul boyutunda, aşırı ödev yüküyle, yüksek sorumlulukla, aşırı disiplinle, uyarılarla, cezalarla karşı karşıya kalan, dolayısıyla çocukluğunu, özgürlüğünü yaşayamayan, kendi olamayan, değerli olduğunu hissedemeyen, sürekli engellenen, eleştirilen bir çocuk; içinde öfke biriktirmeye başlamakta ve öfke kontrolü, sosyal uyum veya depresif problemler yaşamaya aday bir birey haline gelmektedir.
Çocukken, başarısızlık duygusunun fazlasıyla yaşanması da başka bir etkendir. Anne babanın ve öğretmenin beklentileri altında ezilen çocuğun yapabildiklerinden ziyade, yapamadıklarına odaklanmak, sınıf ortamında yapabileceğine değil de, daha iyisini yapması(!) adına çocuğu yapamayacağına koşturmak onu yormakta, özgüvenini kaybettirmekte, hayat enerjisini azaltarak, zamanla çevresine öfke duymasına, saldırgan tutumlar sergilemesine, hırçın ve asabi olmasına sebep olmaktadır. Çocuğun en doğal hakkı olan oyun ihtiyacını, aşırı ödevle gasp etmek, çocuğun “kendi” olmasına ve gelişimine ciddi olarak sekte vurmaktadır. Sınıf içinde hareket etmesine, teneffüslerde koşmasına, bağırıp çağırıp çığlık atmasına izin vermediğimiz, evde odasına veya bilgisayar, tv ve cep telefonu üçgenine hapsettiğimiz, en güzel oyun alanları olan sokakları elinden aldığımız çocuk; ev, okul ve servis adlı üç kutu içinde omuzlarındaki ağır sorumluluklarla sürekli taşınan bir varlık haline gelmektedir. Anne babası ve öğretmeniyle sağlıklı iletişim kuramaması, karşılıklı şikâyetlerle evde ve okulda duygusal veya fiziksel şiddete uğraması çocuğun ciddi travmalar yaşamasına neden olmaktadır. Sonuçta, ne öğretmenden, ne de anne babadan ihtiyacı olan değeri alamayan çocuk, kendisine de, çevresine de değer vermeyen, saygı duygusunu kaybetmiş, intikam alma alt yapısı fazlasıyla oluşturulmuş bir yetişkin olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aile ve çocuk cinayetlerinin birçoğu, kontrol edilemeyen dürtülerin sonucunda ortaya çıkmaktadır. O an –bilincini- kontrolünü kaybeden birey, sağlıklı düşünemediği için bu sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı düşünememesinin temel nedeni ise, bilinçaltında geçmişten bugüne biriktirilmiş travmalardır.
Sonuç olarak, toplumdaki problemlerin büyük bir çoğunluğunun temelinde; huzursuz ve mutsuz bir çocukluk dönemi yer almaktadır. Bu nedenle, toplumsal barışı ve saygıyı elde etmenin yolu evden ve okuldan geçer. Ancak bu yol, sanayi devriminin bize armağan ettiği eğitme, yola getirme, adam etme(!) dayatmasından değil, çocuğun fıtratını koruyarak, ev ve –özellikle- okul ortamının çocuğun özgür ve huzurlu olabileceği, değerli ve saygıdeğer olduğunu hissedebileceği, sevgiye doyabileceği ortamlar haline getirilmesiyle gerçekleşecektir.
Mürşid Ekmel AYBEK
Psikolojik Danışman
Yorum gönder