×

Çocuk ve Eğitim

“Düşüncelerimiz, vehimlerimizin çarpıttığı kelimelerin tasallutunda. Bunlarla düşünüyor, bunlarla konuşuyoruz” der Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar adlı kitabında.  Her ne kadar okullar açılıyor olsa daokula hazırlık konusundan ziyade eğitim sürecinin felsefi arka planı üzerinde durmak istiyorum bu yazımda. Özellikle de eğitim kelimesini anlam olarak irdeleyerek başlamak, eğitime bakışımızın kaynağını bulmak adına çok manalar ifade etmektedir.

Eğitim kelimesinin kökünün “eğ”mekten geldiği varsayılmaktadır.  Eğitmek kelimesi ise “igitmek” kökünden geliyor. Divan-ı Lügat-üt Türk’te “hayvan ya da köle beslemek, yetiştirmek” diye geçen “İgitmek” kelimesi Cumhuriyet’in ilk yıllarında “eğitmek” olarak kabul görüyor. Eğitim dilimizde kimi kez, “öğretim”, “terbiye”, “talim” gibi sözcüklerle de ifade ediliyor.  “Terbiye” ve “talim” kelimeleri de daha çok, “hayvan alıştırma”, “hayvan arabalarının dizginleri” anlamlarında kullanılmış.

Eğitim sözcüğünün İngilizcedeki karşılığı olan “education” kelimesinin kökü ise Latincede “ex-duco”, yani tam anlamıyla açığa çıkarmak, ayağa kaldırmak, dik durdurmak anlamlarına gelmektedir.

Bu karşılaştırma bize eğitim kelimesine yaygın kültürde yüklediğimiz anlam ile arkasında yatan felsefenin de aynı yönde olduğunuaçık bir şekilde göstermektedir. Elbette ki eğitimin amacı da işlevi de bireyin kendi içinde var olanı (yeteneklerini, özelliklerini) ortaya çıkarabilmesi konusunda ortam sağlamak, yardımcı olmak, yol göstermek olmalıdır. Peki, günümüz pratiğinde gerçekten böyle mi?

Anaokulu ve ilkokul dönemi, çocuğun karakter (fıtrat) gelişiminde, zihinsel, ruhsal ve bilişsel gelişiminde çok önemli bir dönemdir. Bu önem, çocuğun eğitilmesi, disipline edilmesi, kurallarla, değerlerle boğulması değil, bilakis çocuğun masumiyetinin, fıtri yapısının korunması, (hareketliliğinin, merakının, oyun ihtiyacının) ve yeteneklerinin ortaya çıkmasına fırsat verilmesi anlamını taşır. Bu nedenle, çocuğun bu dönemlerdeki gelişimlerinin dengeli ve sağlıklı olabilmesi için, günümüz eğitimci kadrosunun büyük bir bölümünün bakış açısını değiştirmesine ihtiyaç vardır. Değiştirilmesi gereken temel mantık ise, çocuğa “yüklenilmesi/aldıkça verilmesi” yerine, çocuğu “açmak” fıtratındaki zenginlikleri kullanmasına, sergilemesine ortam hazırlamak olmalıdır. Fakat günümüz pratiğine baktığımızda, çoğunlukla okuma yazmayı henüz öğrenen çocukların içi test dolu kitaplarla tanışmakta olduğunu, sınavlara tabi tutulduğunu, okuma yarışlarının stresi içinde okuyabiliyor olmanın zevkinden mahrum kaldığını görmekteyiz.  Çocuğun hem okul hem de okul dışı tüm zamanının baskı altına alınmakta olduğunu gözlemlemekteyiz. Aşırı ödev yükü, çocuğun hangi gelişimini ölçtüğü belli olmayan sınavlar, anne babalar tarafından takip edilen ve kırtasiye mantığı üzerine inşa edilmiş dershaneler tarafından üretilen stres yüklü testler, ağır performans görevleri, çocuk tarafından mantığı tam olarak anlaşılamayan ödül ve ceza sistemi, çocukları okul hayatından soğutan, öğrenmeyi eziyete dönüştüren etmenlerdir.

Bilimsel bulgular, sınav, test gibi kaygı ve korkuya neden olan ortamların, çocuğun beyin gelişimine olumsuz etki ettiğini, stresli ortamlarda beynin kendisini öğrenmeye kapattığını ve öğrenmenin gerçekleşmediğini göstermektedir. Öğretmenlerden veya anne babalardan sıkça duyduğumuz “aslında biliyor ama ben sorduğumda cevaplayamıyor”, “dersteki performansını sınavda gösteremiyor” “aslında çok zeki ama…” şeklindeki cümleler bu durumun sonucunu özetleyen örneklerdir. Hâlbuki problem, çocuğun yapamaması değil, bizim henüz ilkokul çağındaki, kendisini ve yaşadığı dünyayı anlamaya, anlamlandırmaya çalışan bir çocuğa sınav gibi korku, kaygı dolu bir ortamı oluşturmamızdır. 2004 yılında yürürlüğe giren “Yapılandırmacı” müfredat da çocukların özellikle bu dönemde sınav korkusu ve kaygısı ile tanışmasını engelleyerek öğrenmenin eğlenceli ve keyifli bir süreç olduğunu keşfetmesini sağlamayı hedeflemektedir.  Bu nedenledir ki MEB Sınav yönetmeliğine göre 1.2.3. sınıflarda öğrenci sınava tabi tutulamaz, ders kitapları dışında ek kaynak aldırılamaz. Öğretmenin çocuğu, yıl içindeki genel gelişimini takip ederek, gözlem yaparak not vermesi gerekmektedir. Yine aynı bulguların devamı olarak, ilkokul ders ve çalışma kitaplarının çoğunda açık uçlu sorular sorulmakta, çocuğu sınırlayıcı test türü ölçme araçları yerine, onun yorum, analiz, sentez, gözlem yapabilme, veriler arasında bağlantı kurabilme yeteneklerinin geliştirilmesi hedeflenmektedir.

Çocuğun bu yeteneklerinin geliştirilmesi için en etkili öğrenme aracı ise oyundur. Ders ortamı, oyun ortamına dönüştürülmelidir. Oyun çağında olan, hayatı oyunla anlamaya ve anlamlandırmaya çabalayan bir çocuğu sürekli olarak doldurmaya çalışmak, “oyun saati”, “oyuncak günü” gibi kavramlarla çocuğun en doğal hakkını sınırlayarak kendi kalıplarımıza ve programımıza sokarak ihtiyaçlarını elinden almak, onun zihinsel, sosyal ve ruhsal gelişimine zarar vermektedir. Oyun hakkı sınırlandırılan, yasaklanan, kurallarla “güdülen”, “Milli eğitim kitaplarında bir şey yok” diyerek ek kaynaklarla kitaptan kitaba, ödevden ödeve koşturulan çocuk, psikolojik ve zihinsel olarak hasar gören bir çocuk demektir. Böyle bir ortamda “eğitilen!” çocuk, ilk yıllarda -oluşan baskı sonucu- başarılı olsa da ortaokul ve lise yıllarında ciddi oranda başarı ve performans düşüklüğü yaşamaktadır. Sürecin sonunda başarısız olan bu bireyler, saldırgan ve uyumsuz bir yapıya bürünmektedirler.  Bir şekilde başarılı olanlar ise hayatları boyunca stresli, gergin ve öfke kontrolü problemi yaşayan bireylere dönüşmektedirler.

Açılmasına fırsat verilmeyen çocuk kendini ortaya koyamayan, çekingen, içe dönük, özgüveni zayıf, başarma cesareti olmayan veya öfkeyle dolan çocuktur. Kendini gerçekleştiremeyen, kendini tanıyamaz. Yer altındaki doğal zenginlikler yer üstüne çıkarılıp değerlendirilmediği sürece ne kadar paha biçilemez de olsa bir anlamı yoktur. Kendini ortaya koyamayan, fıtratındaki güzellikleri ve zenginlikleri sergileyemeyen çocuk, yer üstüne çıkarılamayan maden gibidir.

Peki, yetişkinlik dönemine derinden etki eden, bunca kritik öneme sahip bu süreç nasıl işlemelidir?

Her ne role sahip olursak olalım; ister anne baba, ister öğretmen, ilk temel şart; çocuğu fıtratıyla birlikte kabul etmek ve onu tanımaya çalışmaktır. Kabul ettiğimiz çocuğa fırsatlar sunmalı, imkânlar hazırlamalı, hata yapma hakkı vermeliyiz ki, çocuk kendini gerçekleştirebilsin, çocukluğunu yaşayabilsin. İkinci temel şart; onu eğmek, bükmek, ona şekil vermeye çalışmak değil, onu tüm zenginlikleriyle korumak ve gelişimine yol açmaktadır. Çünkü çocuklar bizim istediğimiz gibi yoğurabileceğimiz hamurlarımız değil, kendine has fıtratıyla dünyaya gelmiş özel bireylerdir.

Öğrenme ortamlarımız ve öğrenme süreçlerimizin içeriği ne kadar zengin olursa öğrenme de o kadar eğlenceli bir yolculuğa dönüşecektir.  Müfredat programı gereği gibi incelenir, satır araları iyi okunur, uygulanırsa ne kadar yeterli olduğu fark edilecektir. Öğretmenlerdeki “çocuk alıyorsa vermek lazım” mantığı kesinlikle terk edilmelidir. Çünkü öğretmen cephesinden alıyor gibi görünen çocuğun gerçek ve kalıcı öğrenmeden uzaklaşıp ezbere yöneldiğini fark etmemek imkânsızdır. Bu durumda mesleki hedeflerimizi de yeniden sorgulamamız gerekmektedir.

Bir diğer husus rollerin birbirine karıştırılmadan yerine getirilmesidir. Anne babanın anne babalık yapması, aile ortamının kansere dönüşmemesi için en önemli adımlardan biridir. Anne babalık rolünden çıkılmamalı, sevgi, şefkat, merhamet ve anlayışla hareket edilmelidir. Unutulmamalıdır ki biz anne babalar, evlatlarımızın antrenörleri değiliz. İçi boşalan ya da zayıflayan her rol, çocuk tarafından başka birileri ile doldurulmaya çalışılacaktır. Öğretmen olmaya kalkan anne babalar, anne baba olmaya kalkan öğretmenler, çocuklarda zihinsel karmaşa kadar psikolojik karmaşaya da yol açacaktır. Bırakalım herkes kendi sınırları içinde sadece yapması gerekeni yapsın.

İbn-i Haldun “Çocuğun aklı gözündedir” der. Bir çocuğa evde kitap okumasını söylemek yerine onun görebileceği bir ortamda kitap, dergi, gazete vb. okumak daha etkili olacaktır. Gözüne hitap eden bir ortamda çocuk görsel olarak her gün beslenirse zamanla kendisi de bu yapının içinde kendi alışkanlıklarını oluşturmaya başlayacaktır.

Kitap okuması yönünde emirler vermek yerine, yatmadan önce çocuğuna kitap okumak, onun sorularını cevaplayıp yorumlarını dinlemek, kahramanlar ve olaylarla ilgili olarak hayal dünyasını harekete geçirmek hem aile içinde güzel bir sohbet ortamı hem de kitap okumaya yönelik özendirici bir etkinlik olacaktır. Çocuk dinlediği masal/hikaye ile ilgili düşünmeye başlayacak, kendine ya da çevresine dair çağrışım yapan ne varsa anlatacak, konudan konuya girecektir, bırakalım konuşsun ve bu onun için güzel bir paylaşım anına dönüşsün.

Çocukları eğiteceğiz derken, eğilmeye zorlamayalım, zira kişi ilmi arttıkça tevazu sahibi olur, meyve yüklü ağaç misali kendiliğinden kendi istediği için eğilir. Yaradan her canlının özüne o canlının genetik kodlarını gizlediği gibi her bireyin fıtratına da kendi karakteristik yapısının ipuçlarını yerleştirmiştir.Fıtri gelişimi dikkate alınarak, kendini rahat bir şekilde ifade edebilen, ortaya koyabilen ve kabul gören bugünün çocukları; yarının, özgür düşünebilen, vicdanlı, dinamik, sağlıklı analizler yapabilen güçlü bireyleri olacaklardır.

Mürşid Ekmel AYBEK

Psikolojik Danışman

Yorum gönder