Sivil Toplum Kuruluşları ve Sosyal Politikalar
Sivil toplum, toplumun sivil niteliğini vurgulayan sosyolojik bir kavramdır. Bu bağlamda sivil toplum, demokratik bir yapılanmayı, toplumsal katılım temeline oturtacak, toplumsal farklılaşmayı sağlayacak, yaygın sosyal örgütlenmelerin yolunu açacak, temel hak ve yükümlülükleri yaygınlaştıracak bir araç olarak görülmekte ve sivil toplum “devletin şekillendirmediği, kendi inisiyatif ve renkliliğine terk ettiği devlet dışı bir alanı ifade etmekle sınırlı kalmamakta, aynı zamanda aktif ve örgütlü siyasal katılım ve politizasyon sürecini de ifade etmektedir.
20. Yüzyılın sonlarındaki gelişmeler, Doğu Bloku’nun çökmesi, liberalizmin yükselişi, küreselleşme, muhalefet hareketlerinin tıkanması, sosyal demokrasinin gerilemesiyle sivil toplum kavramı üzerinde kuvvetli yargılar oluşmuştur. Kavrama esas olan öğeler örgütlülük, kendi kendine üretme, devletten her alanda kopma, şiddete karşı olma, siyasal topluma ya müdahil olma yahut hiç karışmama gibi vurgular kazanmıştır.
Batıda gelişen refah toplumunun da ivme kazandırdığı bu gruplar bir bakıma “grup eksenli” yeni bir politik anlayışın doğmasını sağlamıştır. Bu politik anlayışta sistemin topyekûn değiştirilmesi yerine mevcut sistem içinde yeni açılımlarla daha fazla “katılım”, daha fazla “hak” ve daha fazla “özgürlük” gibi temalar işlenmiştir. Bu gurpların yaygınlaşması sivil toplum kavramının hem yeniden canlılık kazanmasını hem de yeni bir içerik edinmesini sağlamıştır. Bir bakıma bugünkü sivil toplum anlayışına, 1960 sonrasında refah devletlerindeki sosyal grupların talepleri eklenerek ulaşılmıştır.
Türkiye’de sivil toplum konusunda en önemli olumsuzluk Cumhuriyet döneminin ilk yılları olan Tek Parti Dönemi (1923-1946)’nde yaşanmıştır. Osmanlının son yıllarında medrese, tarikatlar, vakıflar gibi geleneksel sivil toplum kurumlarının yanı sıra özel teşebbüs, ekonomik gruplar, dernekler, kadın hareketleri, medya ve siyasal ideolojiler gibi modern sivil toplum unsurlarının da önemli ölçüde geliştiğini görmekteyiz. Ancak Tek Parti döneminin “tek tipleştirme” ve “homojenleştirme” politikaları karşısında bu tür sivil toplum unsurlarının bir işlevi kalmamıştır. Yapılan reformların hiçbirinde sivil toplum unsurlarını yaşatacak bir uygulamaya yer verilmemiş, aksine sivil toplum dinamiğini tamamen yok edici uygulamalar söz konusu olmuştur. Devletçi elit sivil toplum unsurlarını, çağdaş medeniyetler düzeyine ulaşma amacıyla yürüttüğü “inşa edici” politikalar karşısında engel olarak gördüğü için 1930’lu yıllardan itibaren sivil toplumu tamamen tasfiye etmiştir. Fakat tarihi, Batı tarihiyle aynı seyri izleyen Türkiye’nin, Batıda demokratik katılım ve insan hakları ekseninde özgürlük rüzgârlarının estiği bir dönemde, zora dayalı otoriter politikaları kaldıramayacağını anlamak fazla uzun sürmemiştir.
Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle birlikte Tek Parti döneminde yasaklanmış olan sivil toplum unsurlarının tekrar sahneye çıktığını görmekteyiz. Toplumsal alandaki bu tür sivil toplum unsurlarının geliştirdiği bir canlanma söz konusu iken, iktisadi alanda Türkiye kendi etrafındaki duvarları aşarak dünyayla bütünleşme yoluna gitmiş, siyasi alanda da çok sayıda siyasal partinin yanı sıra farklı sosyal grupların gelişmesi söz konusu olmuştur.
1980’li yıllarda, Türkiye’de hava kirliliği, sağlık, turizm, çevre, insan hakları, dini haklar, etnik haklar ve kadın hakları gibi sadece belli başlı grupları bağlayan çok özel konular üzerinde yoğunlaşılmış ve sosyal platformda bu konularla ilgili talepler etrafında siyaset yapılmaya başlanmıştır. Konuların herbirini savunan bir sosyal grup gelişmiş ve kendi alanında devlet üzerinde etkin olmaya, devletten birtakım haklar talep etmeye ve devlet politikalarını etkilemeye başlamıştır.
STK’lar özellikle 1980’lerden bu yana, dünyadaki hızlı gelişime paralel olarak tüm dünya ülkelerinde ve Türkiye’de gelişim sürecine girmiştir. Örgütlü sivil toplum yapısı Türkiye’de toplumsal değişimin önemli bir aktörü olmuştur. Birçok fonksiyonel STK’lar farklı alanlarda çalışan gönüllü örgütlerden, düşünce kuruluşlarına, sosyal hareketlerden vatandaşlık inisiyatiflerine, hükümet dışı örgütlerden sendikalara ve meslek odalarına kadar geniş bir yelpaze içinde hareket eden “örgütsel alanı” temsil etmektedir. Bu örgütsel yapılar içinde, sivil toplumun hareket alanı, 1980’lerden bu yana, ama özellikle 2000’li yıllar içerisinde sadece yerel ve ulusal değil, bölgesel ve küresel bir nitelik de kazanmıştır (Çolak vd. 2008:1081). Toplumların bilinçlenmesi ile birlikte STK’ların ulusal ve uluslararası alandaki etkinlikleri de her geçen gün artmakta ve bu etkinlikleri her alanda tartışılmaktadır.
Sivil toplum kuruluşları çok farklı alanlarda örgütlenebilen ve birçok farklı konularda da faaliyet gösteren gönüllülük esasına göre oluşmuş/oluşturulmuş kuruluşlardır. Kuruluş amaçları ve faaliyet alanları farklı olmakla birlikte temel hedefleri toplumsal sorunlara çözüm bulmak, toplumun gelişmesine ve kalkınmasına, toplumsal barışın sağlanmasına (yardımlaşmanın geliştirilerek çatışmaların önlenmesi, yoksulluğun önlenmesi vb.) katkıda bulunmaktır.
Sivil toplum kuruluşları devlet kurumlarından farklı olarak her gruptan insanın istediği her an ulaşabildiği, her türlü sorununu dile getirebildiği, topluma, halka, insana en yakın teşkilatlanmış yapıdır. Bu kuruluşlar, doğa bilimlerinden sağlığa, dil, tarih, eğitim, kültür ve ilahiyattan, hukuk, ahlak, güvenlik ve savunmaya kadar, modern siyasal, sosyal ve ekonomik hayatın hemen her alanında etkin bir şekilde kendilerini göstermektedirler. Sivil Toplum Kuruluşları devletin yerine getiremediği çeşitli fonksiyonları, yine toplumdan bağış ve yardım olarak topladıkları kaynaklarla karşılayan kuruluşlardır. Bu kuruluşlar toplumda var olan sosyal dayanışmayı ve yardımlaşmayı örgütlü bir şekilde gerçekleştirebilmektedirler.
İstikrarlı bir demokratik sistemin tesisi için “güçlü bir sivil toplum”un varlığı, seçim kurallarından daha önemlidir. Sivil toplum, devlet ile bireyler arasındaki ilişkilerde birbirlerinden bağımsız olarak faaliyet gösteren çok sayıdaki dernek, vakıf, sendika, grup, cemaat ve medya gibi kurumlardan oluşur. Her biri sivil toplum kuruluşu olarak adlandırılan vatandaş grupları, halkın, devlet ve hükümet politikalarını etkilemesini mümkün hale getirir ve devlet kuruluşlarının topluma egemen olmasını önlemeye çalışır.
Günümüzde sivil toplum kuruluşlarının önemi, her geçen gün biraz daha anlaşılmakta yerel ve genel sorunların çözümünün bu kuruluşların örgütlenme, güçlenme ve başarısı ile doğrudan bağlantılı olduğu kabul edilmektedir. Globalleşen dünyada kamu ve özel sektörden sonra III. sektör olarak adlandırılan sivil toplum kuruluşları, devlet örgütleri karşısında ortak konumda söz sahibi olmaktadır.
Demokrasiler için sivil toplumun önemini ilk olarak en açık biçimde ünlü düşünür Tocqueville işlemiştir. Tocqueville, Amerika Birleşik Devletlerini kendi dönemindeki Avrupa ülkeleri ile karşılaştırmış ve Amerika’nın siyasal ve ekonomik alandaki başarısını bu ülkedeki sivil toplum kuruluşlarının giderek gelişmesine bağlamıştır. Ona göre toplum üyeleri, ortak bir amaç için uyum içinde nasıl çalışılması gerektiğini bu kuruluşlar aracılığıyla öğrenmiştir.
Türkiye’de 1980’li yılların ortalarından itibaren etkili olan sivil toplum kuruluşlarından birini çevreci gruplar oluşturdular. Yanlış olarak yorumlanan politikalara karşı geniş çaplı kampanya ve protestolarına şahit olmaktayız. Nitekim gerek merkezi yönetimin, gerek yerel yönetimlerin ve gerekse özel teşebbüsün çevre açısında yanlış kabul edilen önemli birçok atılımı bu tür kampanya ve protestolarla durdurulmuştur. Çevre politikalarının oluşmasında esas etkiyi sivil toplum kuruluşları oluşturmuştur. Çevreci sivil toplum oluşumlarının Türkiye’nin çevre politikalarını ulusal ve yerel olmak üzere iki düzeyde etkilediğini söyleyebiliriz. Özellikle 1990’lı yılların başında bir taraftan da çevreci yerel sivil toplumsal oluşumlar devleti alttan ve üstten bir çember gibi sarmış ve politikaları üzerinde bir etki alanı oluşturmuştur.
1980’li yıllardan itibaren gelişen sivil toplum hareketlerinden diğeri de kadın gruplarıdır. Yeni bir oluşumu teşkil eden kadınlar, birkaç yıl sonra kamusal platformda siyasal eylemlere yönelmiş ve seslerini duyurmaya başlamışlardır. 1986 yılında “Kadına karşı her türlü ayrımcılığı kaldırma” amacıyla başlatılan dilekçe kampanyasını bir dizi yeni kampanya ve eylem takip etmiş ve bunlar da kadınların sesinin duyulmasında önemli bir rol oynamıştır. Sokak eylemleri, dilekçe kampanyaları ve değişik yayınlarla seslerini duyuran kadınlar başta medya olmak üzere değişik kesimler arasında büyük bir yankı uyandırmıştır. Kadın konusu bir anda medyanın, kitapların, dergilerin, araştırmaların, televizyonun, sanatın, sinemanın ve tiyatronun konusu olmaya başlamıştır. Karanlıkta kalan bazı konuları ve Türk toplumunda yer alan bazı değerleri kamuoyuna taşıyarak burada tartışmaya açmalarını bir politika olarak görmekteyiz. Kadın gruplarının siyasal parti, siyasal iktidar veya hukuksal düzlenlemeler üzerinde de yine etkisini görmekteyiz.
Toplumsal yapının sağlıklı işleyebilmesi için, çeşitli nedenlerle toplumun diğer kesimlerine nazaran dezavantajlı durumda bulunan bireylerin ve grupların desteklenmesi; sosyal, kültürel ve çevresel sorunların üstesinden gelinmesi, din sağlık, politika gibi hizmetlerin yerine getirilmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Toplumsal yapı açısından yaşamsal bir önem taşıyan bu gerekliliklerin yerine getirilmesinin, bu gereklilikleri yerine getiren birey ve kurumlar açısından doğrudan bir ekonomik getirisi de bulunmamaktadır. Bu noktada STK’lara duyulan ihtiyaç her geçen gün artmakta ve üstlendikleri fonksiyonların önemi anlaşılmaktadır.
Günümüzde devletin üstün olduğu durumdan, devletin ve STK’ların merkezde olduğu yapıya doğru bir dönüşüm yaşanmaktadır. STK’lar, toplumsal tepkinin dinamiği ve demokrasinin emniyet sübabı, siyasal partiler gibi demokratik hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Bir ülkede STK’lar ne kadar güçlüyse o ülke de o kadar güçlüdür. STK’ların doğmasının temel nedenlerinden biri belki de en önemlisi, devletin halkın tüm sosyal ihtiyaçlarını etkinlik ve verimlilik açısından yeterince karşılayamamasıdır. Bu kuruluşlar olmayınca toplumun sorunlarını siyasal sisteme iletmek ve onu harekete geçirmek mümkün değildir. Refah devletinin günümüzdeki dönüşümüyle birlikte son yıllarda sosyal hizmetlerin sağlanmasında STK’lar önem kazanmış ve bu kuruluşlar gittikçe daha aktif bir rol oynamaya başlamıştır.
STK’ların hızla büyüyerek faaliyet alanlarının genişlemesi ve başarılı bir biçimde faaliyetlerini sürdürmeleri kimi çevrelerce kalkınma sürecindeki problemlerin çözümünde bir sessiz devrim olarak tanımlanmıştır.
Son olarak beklenen o dur ki; Türkiye’de toplumsal değişimin önemli aktörlerinden biri konumuna gelen sivil toplum kuruluşları, her anlamdaki özgürlükleri sınırlayan darbe anayasasının miadını doldurduğu, sivil bir anayasa hazırlıklarının yapıldığı şu günlerde, bu tarihi fırsatı iyi değerlendirme, yüklendikleri misyonun gereğini yerine getirerek toplumun sesini anayasaya taşıma konusunda üzerine düşeni fazlasıyla yapacaktır. Sivil toplum, bu canlanma sürecinde toplumsal gelişimin, toplumsal barışın, sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın ve demokratikleşmenin önemli aktörü olmayı sürdürecektir.
Kaynakça; – ÇAHA, Ömer, http://www.fatih.edu.tr/omercaha/Makaleler/Turkce/Makaleler/Sivil Toplumla İlgili Makaleler/LiberalizmSivilToplum.DOC,10.02.2008.
MARANGOZ, Doç.Dr.Mehmet; Sivil toplum Kuruluşlarının Önemi.
ZAİM, Sabahattin; Türkiye’de Gönüllü Kuruluşların Son Yirmibeş yıldaki gelişme Seyri.
ÇAHA,Ömer; 1980 Sonrası Türkiyesinde Sivil Toplum Arayışları.
ATAR, Yavuz; Demokratik Sistemde Sivil Toplum Fonksiyonu ve Sivil Toplum-Devlet Düalizmi.
ATASEVEN, Gülsen; Sivil Toplum Kuruluşları ve Kadın.