Şiddet! Nereden Gelip, Nereye Gidiyor?
Sadece istatistiklerle, verilerle, tezlerle, oturumlarla ve programlar yaparak, fiziki ve kanuni önlemler alarak şiddetle ilgili problemleri çözemeyiz. Şiddet eğiliminin insan fıtratında olduğunu kabul edip, sadece akılların değil, kalplerin ve ruhların da beslenmesinin gerekliliği üzerinde durmak zorundayız Şiddetle mücadele, sadece belli kurumların işi değil, toplumun ve bu toplumu oluşturan her bireyin işi olduğunu anlamamız gerekiyor.
“Dede ekşi erik yerse, torununun dişi kamaşır” diye bir söz hatırlıyorum. Bu sözden hareketle, sebeplerin, yapılanların ve yaşananların içeriği (iyi veya kötü oluşu, olumlu veya olumsuz oluşu), sonuçların da içeriğini oluşturuyor. Bu sebeple de; iyi, doğru ve güzel sonuçlar alabilmemiz için, her birimizin yine, iyi, doğru ve güzel işler veya sebepler ortaya koymamız gerekiyor. Kısacası, sebepleri değiştiremez isek, sonuçları da değiştiremiyoruz… Girişteki sözden de anlaşılacağı üzere insan, tek başına olamayan, birbirini genetiksel olarak da, sosyal olarak da, kültürel olarak da etkileyen ve etkilen bir yaratık. Bu sebeple de bu insanın yaratılışına bir göz atmak gerekiyor…
Rabbimiz ilk insan ve ilk peygamber Adem(as)’ı yaratırken, yeryüzünde bulunan bütün topraklardan (sert, yumuşak, kayalık vb.) almış ve Adem(as)’ı bunlardan yaratmıştır. Bu sebeple de insanlar arasında; serti, yumuşağı, öfkelisi, kabası, ciddisi vb. birçok özelliğe sahip olanları bulunmaktadır. Şiddette, bu özelliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak Rabbimiz; yarattığı insanların kendilerine, çevrelerine ve yaşadıkları dünyaya zarar vermemeleri için de peygamberlerini ve kitaplarını göndermiştir. Peygamberimiz (sav)’in arkadaşları olan ashabı kiram da, gönderilen kitaba göre amel etmiş, örnek bir nesil ve dönemi de bizim gözlerimizin önüne sermişlerdir. Onların bu yaşayışları da Kur’an-ı Kerim de; “Onlar Allah’tan Razı, Allah’ta Onlardan Razıdır” ifadesiyle onaylanmıştır. Asrı Saadet devri bize, şiddetsiz bir hayatın da olabileceğini, tescilli olarak göstermiştir.
Buradan hareketle, toplumumuzdaki “şiddeti” ortadan kaldırmak için nelerin yapılabileceği noktasına geçebiliriz. Demek ki şiddet bir şekilde insan “fıtratında” var. Şiddet duygusunu ortadan kaldıramıyorsak, bu duyguyu taşıyan insanımızı gereği gibi eğitmemiz gerekiyor. İnsanımızı eğitirken, neyi veya neleri “referans” alıyoruz bu çok önemli. İnsanın şahsını, egosunu, nefsini ve bireyselliğini öne çıkaran bir eğitim mantığı elbette ki şiddeti gereği gibi ortadan kaldıramaz. Ama bütün insanlığın bizlere zimmetli olduğunu, her insandan da, onun yaptığından da, sorumlu olduğumuzu bize öğreten ve bunu bir ödev ve sorumluluk olarak kazandıran bir eğitim mantığı, şiddeti kontrol altına almamızı sağlayabilir.
Doğayı ve çevreyi emanet gören bir anlayışla, doğadan ve çevreden ne kadar rant elde edebilirim diyen anlayışın getirdiği sonuçlar, birbirinden elbette ki farklı olacaktır. Akıl, kalp ve ruhun bir denge içerisinde beslenmesi ve eğitilmesi gerekmektedir. Sadece akılları eğitmek, katılaşmış kalplerin ve ölmüş ruhların ortaya çıkması demektir. Tek kanatla kuş uçmaz. Bir insanda, akıl, beden ve ruh sağlığı birlikte gerçekleşmelidir. Maddeci bir eğitim, hırsı, hırsta yerine göre şiddeti tetikleyecektir. Ama “ Nehirde veya herhangi bir akarsuda bile abdest alsan, suyu yine de israf etme!”, çünkü bu su sadece bize ait değil, bize emanet mantığını insanımıza kazandırmak, hırsları ve bu hırsların doğuracağı sonuçları da rehabilite edecektir.
İnsanımızı bu dengede yetiştirebilmek için; toplumun bütün bireylerinin ve toplumdaki kurumların harekete geçmesi gerekmektedir. Hiç kimse veya kurum kendisini, bu “nitelikli insan” yetiştirme projesinden muaf tutamaz veya bu sorumluluğunu bir başkasına da havale edemez… “Bir İnsan İçin (çocuk için) Bir Ülke Çalışmalıdır Ki, Bir Çocuk Bir Ülke Kursun” diye bir söz var.
Sürekli şiddetin sonuçlarını veya mağdurlarını konuşarak da bir sonuç elde edemeyiz. Bu gün yetişkin olan, ama dün çocuk olan birisinin; çocukluğunu yaşarken anne ve babası ile hiçbir sokak köpeğine veya kedisine su veya yemek vermemişse, kuşlara birlikte hiç yem atmamışsa, bir huzur evini, çocuk yuvasını, kimsesizlerle ilgili kurumları hiç ziyaret etmemişse, bir komşuya, bir yaşlıya, bir muhtaca bir tas çorba götürmemişse, yetişkin olduğunda hangi vicdandan söz edebiliriz ki… İyilikte kötülükte damla damla oluşur. Yıllarca okullarda “Andımız “diye bir şey okutuldu. Bir şeyi bilinçsizce tekrar ederek veya ettirilerek kim doğru ve güzeli yakalayabildi ki bizde yakalayalım… En kalıcı öğrenmeler, “yaparak ve yaşayarak” elde edilen öğrenmelerdir. “Örnekler ve uygulamalar” olmadan, vicdanlı bir nesil yetiştiremeyiz…
Çocuklarımızı; inancımıza, değerlerimize ve kültürümüze taban tabana zıt, çizgi filmlerle, bilgisayar veya telefon oyunlarıyla, dizi filmlerle, kreşlerle baş başa bıraktığımız sürece, güzel ve faydalı sonuçlar bekleyemeyiz. Çocuklarımızla aynı çatı altında olmamıza rağmen, onların kahramanlarının ve hedeflerinin neler olduğunun maalesef çokta farkında değiliz… Çocuklarımızın ruh ve zihin yapısını, hangi hammaddeler veya malzemeler şekillendirmektedir? Bu sorunun cevabını da bulmak zorundayız… Mesela görsel medya da şöyle bir ifade geçiyor; “Cesurca soyundu!”… Ne demek bu? Bunu çocuklarımıza izah edebilir miyiz? Veya bu ifade kullanılabilir ve izah edilebilir bir ifade midir?
Şiddet bir sonuçtur. Bu sonuç ortaya çıkıncaya kadar çocuklarımızın yaşadıklarını, ruh hallerini, duygularını çok iyi tahlil etmek durumundayız. Kamuoyunda çıkan bir şiddet uygulaması sonrasında, bu şiddeti uygulayanlara karşı alınabilecek önlemler konuşuluyor. Ehliyetsiz birisine ceza keserek, onu ehliyetli bir şoför haline getire bilir miyiz? Şiddetin çıkış noktalarını ve bu noktaları besleyen süreçleri tespit etmemiz gerekmektedir. Yıllarca TRT’de “Bizimkiler” diye bir dizi (15-20 yıl önce olabilir) oynatıldı. Adından başka “bize” ait olan bir şey yoktu…
Psikologlardan ve sosyologlardan önce; duyarlı insanlarımız, yaşlılarımız, tecrübelilerimiz, mahalledeki anneanneler, babaanneler kısacası herkes birbirine nasihat etmeli, birbirini tamir etmenin yolunu bulmalıdır. Tepki vererek ve uyararak değil, sohbet ederek ve tatlı nasihatlerle yanlışları düzeltmeye çalışmalıyız. İyilikleri örneklendirmek, kötülükleri de yererek ortadan kalkması için çalışmalıyız. Ayıp veya eksik araştıran değil, ayıpları ve eksiklikleri kapatan, yaralara merhem olanlar olmak zorundayız. “Neme Lazımcılık” diye bir hayat tarzı geliştiremeyiz. Bu konuda Kanuni Sultan Süleyman ile Yahya Efendi arasında geçen; ”Neme Lazım Be Sultanım” olayını da okumamız ve tahlil etmemiz gerekiyor.
Toplumlar; ekonomilerle değil, etik değerleri hayata geçirmekle ve bu etik değerleri de yaşatmakla ayakta kalabilirler…
Birkaç sözle yazımı bitirmek istiyorum;
” Öğüdün yolu uzun, örneğin yolu kısa ve etkilidir..”
“Vapurlar, yelkenlileri denizlerden kovdular. Çünkü onlar rüzgâr olsa da olmasa da ileriye gidiyorlar. Vapur kendisini öne iten gücü içinde taşıyor. Hiçbir fırtına onu yolundan çeviremiyor. Onun, dışarıdan kuvvete ihtiyacı yoktur.”
“Sen Değiştiğinde, Talihinde Değişir.”
“Sis, Yelpaze İle Dağılmaz.”
Selam ve dua ile…
Fahri SEVİMLİ
Yorum gönder